28 Şubat 2011 Pazartesi

GUGUK KUŞU

Sürekli tekrarlayan bir ritmin içinde
Günlerce aylarca durdum
Tik tak diyen duvar saatine içimden ritim tuttum
Tek kelime etmeden kalabalık içinde oturdum
Gözlerimi duvara dikip düşündüm
Dakikalarca aynı satıra baktım
Aynı radyo istasyonunu dinledim
Koltukta hep aynı köşeye oturdum
Aynı saatte uyuyup aynı saatte uyandım
Kafamda bir harita çizdim
O haritanın dışında kalan yoldan yürümedim
Kafamda cümleler kurdum
Kimseye o cümlelerden başka cümleler kurmadım
Gülmedim, ağlamadım, bağırmadım, tartışmadım.
Sen sustun
Sustu içimdeki guguk kuşu
Her saat başı odayı inletip sen diye haykırmadı hiç
Zaman hep kederi açtı takvim yapraklarından
Gelecek, güzellik getirecek sandık
Yeni bir güne açılan her adımda
Labirentin sonunda en büyük düşmanla
Kendimizle karşılaştık
Seni ararken kendimi vurdum
Çirkindi ardından koşmak zamanın
Göz göze gelince bildik, bildirmedik
Hadi gel iyi şeylerden bahsedelim
Kötüler elbet bir kuştan başımıza düşer
Biz bunu şans saysak da çoğu zaman

CAM FİLMİ

Şaşkın gözlerle yüzeme bakıyordu. Bense o yokmuş gibi davranıyordum. Bir şey unutmuştum da çantamın içinde arar gibi. Tek kelime etmeden ve aslında ne söylemesi gerektiğini bilmeden öylece duruyordu. Kendini toparlamışta ciddi bir konuşmaya başlayacakmış gibi sesli bir şekilde yutkundu. Kaşlarımı kaldırıp yüzene baktım, sonra gene gözlerimi çantama çevirdim. Konuşmaya başladı.
—kafamı toplamalıyım.
—yine!
—sana gelirken bunu yapmalıyım.
—gelsen de, istediğim anlamda gelmeyeceksin.
—üzgünüm…
—üzgün olma. Bana verecek mutluluğun yoktu ben acıya razı oldum.
Fazla mı ileri gidiyorum diye düşündüm bir an. Gene daha önce defalarca gördüğüm o ifadeyle yüzüme bakıyordu. Çok üzgünmüş, elinden gelen her şeyi yapmış da işe yaramamış gibi. Aramızda gittikçe büyüyen bir uçurum vardı. Bu görüntünün arka planında yavaş yavaş kararan kasvetli bir gökyüzü bize eşlik ediyordu. Umarsızca yüzüne bakıyordum. Ya bu düğümü çözecek ya da kesecektim. Kendimi zorladım bir şeyler söylemek için.
—seni beklemeyeceğim diyerek bekledim, sen gelmedin.
—beni başkasına bırakıp gidebilir misin?
—böyle olmamalı.
—sen ve ben biz olmalıydık.
—bunu gerçekten istemedin hiçbir zaman. Dürüst değilsin gene. Gideceğimden emin olduğun için biz olmaktan bahsediyorsun.
Daha ne kadar aşağılanabilirdim ki? Bir ikramı reddeder gibi sevgimi reddediyordu. Beni sevdiğini söylediği zamanların üzerine beyaz bir örtü sermeliydim. Kirlenmeden hiçbir şey… Kafamdaki soru işaretlerini hiçe saymalı bu konuyu bir daha açmamalıydım. Kendimi iyi hissetmiyordum. Beni durağa bırakır mısın dedim. Keyifsiz bir ifadeyle yüzüme baktı. Durağa yürüdük. Yığılır gibi oturdum banka. En az delinmiş ve en az acıyan parmağımı seçtim. Durakta beklerken makyaj çantası sandığı küçük aletin ucuna kanımı değdirdim. Kan şekerim düşmüştü. Çantamda görmek istemediğim aradıkça kaybetmek istediğim iğneyi çıkardım. Kolumda az acıyacak bir yer seçtim. İğne yaptığımı görmek istemediği için mi yoksa iğneden korktuğu için mi bilmiyorum ama kafasını çevirmişti. Bu son buluşmamızdı, biliyordum. Bunca zaman saklamaya çalıştığım her şeyi bilmesinde bir sakınca olmadığını düşünüyordum.
—korkuyorum. Canım acıyor. Ama artık her şeyi olduğu gibi kabullendim.
—seni çok üzdüm, kötülük ettim biliyorum.
—bilmen neyi değiştirir! Gidiyorum. Senden haber alamayacağım, benden haber alamayacağın kadar uzağa.
—hastalığın…
—parmaklarımı kollarımı çürüten bedenimi halsiz bırakan bu hastalık, içimi çürüten, ruhumu çaresiz kılan senin yanında bir hiç… Bana ne yaptığına bir bak..
—ben kendimi zehirliyorum. Zehirim sana da bulaştı görüyorum. Panzehiri bende yok o yüzden gitmelisin bir an evvel.
Otobüsüm gelmişti. İki yabancı gibi el sıkıştık. Söylenebilecek her şey söylenmişti sırada kabullenmek vardı. Camın hemen ardındaydı. İşte şimdi gidişimin gerçek olduğunu anlıyordu. İlk defa yüzünde hüzün vardı ve ilk defa kaybettiğini fark ediyordu. Karşımda şaşkın…

Şaşkın gözlerle yüzüne bakıyordum. O ise ben yokmuşum gibi davranıyordu. Bir şey unutmuş da çantasının içinde arar gibi. Bir zamanlar beni delice sevdiğini söyleyen kadın gidiyordu. Camın ardındaki ona bakarken, bir an camdaki yansımada kendimi gördüm. Giden o muydu, ben miydim? Cam film her şeyi tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. Hiç beklemediğim bir sonla karşı karşıyaydım.
Bütün şımarıklıklarıma tahammül eden kadınım, annem, çocuğum gidiyordu. Oysa ben ne yaparsam yapayım beni terk etmeyecek sanıyordum. Bile bile onu üzüyor, kızdırıyor hatta aşağılıyordum. Böylece bensiz bir hiç olacağına inandırmaya çalışıyordum onu. Ben güçlü olandım oysa zayıf olan… Şimdi her şey değişmişti. Tek bir gerçek vardı o da bir zavallı olduğumdu. Bağlanmaktan korkmuştum. Ona kendimi açmaktan hep uzak durmuştum. İçime düşmesinden beni bütünüyle kaplamasından korktum. Mesafeliydim ona kendimi açarken. Kalbimi açmıyor sadece bedenimi sunuyordum karşıma çıkan kadınlara. Bir süre için mutlu oluyor sonra sıkılıp, ayrılıyordum onlardan.

Diğerlerinden farklıydı o. Çünkü beni anlamaya çalışmış, sevmiş ve düşünmüştü. Ama ben ona herkese davrandığım gibi davrandım. Pişmanlık duymam hiçbir işe yaramıyordu. Gitmek istemedi ama gitti.

ÖZLEM ÖZBEK

YAMA

Kadının etekleri de düşleri gibi pembeden yamalı.
Tutsan sıyrılacak tüm düşlerden.

Özlem Özbek

AYRIL

A
Aslında aynı olan değil farklı olandık biz ikimiz. Boşunaydı bu debeleniş. Uzanıp saçından yakaladığımızı sandığımız anda başladı bir zurnanın ucunda esas şarkı. Gel gelelim martılar en büyük tanıktı. Parmak izlerimiz hala duruyor o çay bardaklarında eminim. Söyleyin anlatsın sahilde bağıra çağıra yürürken herkesin güldüğü o deli kadın. Mavi eski bir ev vardı orda. Köşeyi dönünce hemen karşınıza çıkan… Avuçlarının arasına alınca ellerimi görmüştü o da. Neden inanmak istemiyor kimse bana. Arka sokaklardan birinde, balkondan sarkan travesti aşağıdakilere sesleniyordu. Üzerinde askılı pembe bir badi vardı. Yüzüne dikkatli bakmadım belki kızar diye. Ama eminim o da gördü bizi. O diye biri vardı.

Y
Yalan yanlış konuşmasın kimse. O bana hiç kötülük etmedi. Metrodaydık. Bir anda öpüverdi dudaklarımdan. Karşımızdaki yaşlı çift güldü. Kadın adama baktı. Aynısını istiyorum der gibi. Üşümüş gibi büzüldü. Sarıldı sıkıca bana. Duydum kokusunu. Kısacık bir yoldu gittiğimiz. Öyle güzel baktı ki bana, mutluydu çok açıktı. Ben istedim orda olmayı, onla olmayı. Kötü değildi o, ben yanındaydım.

R
Rayların ucunda yürüyordum ona. Bunu biliyordu. Elimden tutmuyordu ama orda öylece duruyordu. Siyah bir deri ceket vardı üzerinde. Bu resmin içinde tuhaf bir şey vardı. Bir kadın geçiverdi önümüzden. Gitmek istedim hemen oradan. Tablonun içinde sırtı dönük bir kadın resmi vardı. Dehşete kapıldım dikkatle bakınca. Bendim o. Gözlerime inen sis kör etti beni. Ellerim avuçlarında terliyordu. Beni burada öldür demek istedim hiçbir şey diyemedim. Yalınayak yürümek istedim eve. Odama gitmek ve masanın altında saklanmak istiyordum. Kimse bulamazdı beni orda eminim.

I
Islandıkça yüzüm aynadaki beni görmek canımı acıtıyordu. Yapma bunu dedim kendime. Saklama sırlarını ayna gibi. “Antony and johnsons” beni melankoli hususunda özenle motive etmekteydi. Dökük ojelerim, dağınık saçlarımla odanın ortasında oturmuş onun ruhumu terk etmesini bekliyordum. Çaresiz, mutsuz, karamsar... Aylar geçiyordu. Başka birine dokunuyordu biliyordum. Bildirmiyordum.

L
Lafta kalmış tüm sözlerinden sonra gözümde gittikçe küçülüyordu.Kendi kendimle konuşuyordum.
—Onu bir daha görmeyeceksin.
—O hep hayatında olmalı.
—Seni seviyor.
—Sana işkence ediyor.
—Senin üzülmene dayanamaz.
—Seni bir kördüğümün içine attı. Masanın altından çık da haline bak.

Perde açılır. İki kadın bir erkek oyuncu vardır. Birinci sahnenin sonlarına gelinmişti… “Ayrıl” dedi kadın kendine. Bunca zaman sonra en zoru bu… Takılıp kalmışken bu ana. Karşında öylece durup bakarken gözlerine ve hala severken seni… Kirlenmesin diye sana duyduğum sevgi gidiyorum ben. İçinde bulunduğun karmaşa ve o kadınla bırakarak. “Ayrıl” diyor içimdeki ses ben onu duymamak için elimden geleni yapsam da.
İkinci sahne başlamadan çıktım oradan. Kulak verdim kadının son söylediğine.


Özlem ÖZBEK

Memleketimden Kâbuslar

Kızıl bir yük taşımakta gecenin kervanları
Yol bilmez, dil bilmez bir çocuktum sılada
Karşı ormanda ölenler var
Kapılar kilitli
Kapılar zincirli
Bu gece gelen kim diye korkmakta
Çocuk da ihtiyar da
Asi bir kısrak gibi solumakta geçmiş
Tut iplerini artık dizginle
Taşınmasın kervanlar kızıl yükler
Bağışla uzağına düştük
Unuttuk sılayı
Çayırlarından bırakırdık kendimizi
Kar sularını taşırdık eve
Korktuk ve kaçtık
Ölüm kapılarda nöbet tutuyor diye
Kızıl bir yük taşımakta gecenin kervanları
Yol bilmez, dil bilmez bir çocuktum sılada
Korkuyorum doğduğum yerden
Korkuyorum

    Aklımın içinde ayak sesleri… Saat beş buçuk… Güneşe dair hiçbir iz yok. Hırıltılı nefes alışım, hızla kalkıp inen göğüs kafesim, gördüğümün kâbus olduğunu kanıtlıyor. Tekrarlayan rüyalarımdan birini gördüm yine. Yatağımın içinde doğrularak oturdum. Yastığımı sırtımın arkasına koydum. Geçti Ozolin dedim, geçti.
Freud’un dediği gibi bilinçaltıma giden kral yolunun başında mı durmuştum acaba. Toplumsal baskıyla bilinçaltına ittiğim duygu ve düşünceler miydi tüm bunlar. Gustav Yung’ın dediği gibi bilinçaltımın sonucudur belki de. Yüksekten düşme rüyasının temeli, aslında yüzyıllar evvel vahşi hayvanlardan kaçarken uçurumdan düşme endişesi duyan atalarımızın yaşadığı korkudur.
Uçtuğumu görürüm ben de birçokları gibi… Kulaç atarım ya da denizin ortasında. Tüm düşüncelerden uzaklaşmak isterken tik taklayan saatin sinir bozucu ritmine takıldı aklım. Yerimden kalkıp saatin pilini çıkartacak gücü kendimde bulamaya çalıştım.
Gene aklımın içinde ayak sesleri… Memlekete gittiğim son yazdı. Ben dokuz yaşına basmıştım. O günden sonra hiç bir ısrar ve baskı beni oraya götürmek için yeterli olmadı. Oysa çoğu gece rüyama girer doğduğum ev. Kendime bile söylemem orayı özlediğimi.
Dedemlerin evi her yeri yukardan gören bir dağın yamacında… Köyden epey uzakta ve yalnız… Genç denebilecek kimse kalmamıştır köyde. İşsizlik yüzünden hepsi farklı şehirlere dağılmıştır. Bunca yolu göze alıp gelen genelde köyün ihtiyarlarıdır.  Bu yüzden bu kıymetli misafirleri görür görmez çayırdan aşağı hızla bırakırdım kendimi. Hemen ellerine yapışır öperdim. Sanki geri dönmelerinden korkar gibi sıkıca tutup elerini yokuşu çıkmalarına yardım ederdim. Ceplerinden leblebi ve şeker çıkarırlardı. Bu kısmını itiraf etmekten şimdi utansam da söylemeyim. Şekerleri ben yerdim leblebileri dayımın çocuklarına verirdim.
Kalın yün yorganlarımız vardı bizim. Onların ne kadar kıymetli olduğunu ninemin paraları dâhil tüm değerli eşyalarını aralarına sakladığını görünce anlamıştım. Yakında kemoterapi görmeye başlayacak. Keşke o yorganlara saklasam da kimse bulup alamasa onu.
Süt sağmaya giderdi ninem, eteklerinde ben dolaşırdım. Küçük bir kovam vardı yarım yamalak sağmaya çalışırdım koyunları. Keçilerin boynuzlarından tutup ninemin yanına götürmek ne kadar zordu bir bilseniz.
O yaz köye gitmek çok zor olmuştu bizim için. Birçok yerde otobüs durduruldu. Jandarma kimlik kontrolü yaptı. Bavullarımızın içlerine baktılar. Babamın arkasına saklanmış, ilk kez karşılaştığım bu sahnenin ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyordum.
Köye vardığımızda tüm köy halkının bir yerde toplandığını, dedemlerin evlerini bir süre terk etmek zorunda kalmış olduğunu öğrendik. Yazın gelmesiyle evlerine deri dönmelerine izin vermişler.
Dedemlerin evlerinin orda kurbağalı bir göl vardı. İçinde canavar yaşadığını söylüyordu dayımın çocukları. O yüzden oraya hiç yalnız gitmiyordum. Bazı geceler annemle el ele orda gezindiğimizi görüyorum rüyalarımda.
Köyde olanlara dair bir sürü şey anlattı o akşam amcam. Ama ben pek dinlemedim. Babam şaşkınlık ve üzüntüyle bakıyordu amcama. Sabah olduğunda annemle ninem ekmek yaptılar. Dayımın kızları bizi almaya gelmişlerdi. Epey yol yürümüştük. Artık mızmızlanmaya başlamıştım. Çok yolumuz var mı diye sorup duruyordum anneme. Bomboş arazide yol alıyorduk. Tek tük ağaç vardır bizim oralarda. Selviler vardır gökyüzüne uzanmaya çalışan. Aşısız armutlar vardır bir de. Dedemlerinde bahçesinde bir elma ağacı var onu pek kimseye söylemiyorum. Çünkü herkes elmalarını çalıyor.
Dayımın kızı yakın zamanda askerlerin bir köylüyü ekmek ve kete ile yakaladığını, kesin bunları ‘terör örgütüne’ götürüyorsundur diyip adamı çok dövdüklerini anlattı. Bu esnada başımızın üzerinden helikopterler geçiyordu. İçimde birden korku oluştu. Aynı endişenin annemin yüzünde de oluştuğunu görüyordum. Elimizde ekmeklerle bizi gördüklerinde bizi de döverler mi acaba diye sordum anneme. Olmaz öyle şey hadi yürü dedi.
Helikopterler artmıştı. Bomba sesleri geliyordu. Savaş filmi başlamıştı sanki. Tam karşıda küçük bir ormanlık alan vardı. Helikopterler oraya bomba yağdırıyordu. Orman yanmaya başlamıştı. Bizi görüp üzerimize bomba atarlarsa diye ödüm kopuyordu. Hızla iniyorduk tepeden. Orman hızla yanıyordu. Dayımların evi ormanın tam karşısındaydı. Eve varınca hemen içeri girdik. Kapıları kapadılar. Günün sonunda nerdeyse tüm orman yanmıştı. Bir atın sırtında ekmek ve yiyecek bulunmuş. Ormana kaçtıklarını düşündükleri için tüm ormanı yakmışlar. Ekmeğin kime ait olduğunu anlamak için tüm köyden ekmek istendi. Ninemin yaptığı ekmekten de verdik. Sabaha kadar kesilmedi sesler. Evet, her şey tam da böyle oldu. Dokuz yaşındaydım. Bir daha doğduğum yere gitmedim. Ama dedim ya çoğu kez rüyamda annemin elinden tutuyorum geziniyoruz doğduğum yerlerde.
Aklımın içinde ayak sesleri… Saat beş buçuk… Güneşe dair hiçbir iz yok. Hırıltılı nefes alışım, hızla kalkıp inen göğüs kafesim, gördüğümün kâbus olduğunu kanıtlıyor. Tekrarlayan rüyalarımdan birini gördüm yine. Yatağımın içinde doğrularak oturdum. Yastığımı sırtımın arkasına koydum. Geçti Ozolin, geçti.

ÖZLEM ÖZBEK

TUTSAK

Cuma
Kapıyı kapadılar. Pencereden vuran ışık yerden kalkan tozun havadaki uçuşunu tüm netliği ile gösteriyordu. Yere oturdum. Sırtımı duvara dayadım. Betonun soğukluğu, yerin kirliliği hiç biri umurumda değildi bu anda. Sadece sevdiğim vardı o an aklımda. O şimdi ne yapar benden uzakta. Kış için yakacak yeterli odun da alınmamışken hele.

Cumartesi
Bu kirlenmiş dünya da iyinin ve güzelin yeşermesi içindi tüm çabam. Çoğu kez kendim için de değil daha kundaktaki çocuk için veyahut onunda evladı için savaşırken don kişotluk yaptığımı söyleyenler haklı mı çıkmıştı şimdi. Herkesin susturulduğu ya da satın alındığı bu ülkede yanlış olanı söylememin bedeli bu dört duvara kapatılmam mı olacaktı?
Hâkimin karşısına çıktığımda bundan önce söylediklerimden hiçbir farkı olmayacak sözlerimin. Başımızdakilerin her gün ceplerini daha çok doldurduklarını söylemem mi suç? Yurt dışındaki banka hesapları, çocuklarının gemileri…
Basında neden her gün hükümet değil de muhalefet haberleri var. Korkutulmuş, hapsedilmiş de o yüzden. Karikatürüne bile tahammülü olmayan bir yönetici.
Kadrolaşmış geliyorlar. Karşılarında durmak artık imkânsız gibi… Kendinizi savunacağınız mahkemeler de yok artık. En önemli davanın başlamasına bir gün kala hâkimi değişiyorsa bir davanın…
Bir eyleme giderken daha o ilin sınırında durdurulup susturuluyorsa o ülkenin gençleri o ülke de demokrasinin vay haline demek gerek.
167 ülkeyi kapsayan demokrasi anketinde 89.oluyorsak ve “hibrit rejimler” arasında yer alıyorsa demokrasimiz daha ne söylemek gerekir ki. Türkiye’nin yanında Nikaragua, Tanzanya, Filistin, Uganda, Sierra Leone, Pakistan ve Haiti gibi ülkeler yer alıyor. Medya özgürlüğünün ve sivil özgürlüğün göz önünde bulundurulduğu bu araştırma ne halde olduğumuzun hazin göstergesi.

Pazar
İnsanı dört duvar içine hapsederek düşüncelerini de hapsetmeye çalışıyorlar. Dışarıda delicesine akarken hayat ben uzandığım halde ayaklarımın üzerinde gökyüzünü zor görmekteyim.
Sevdiğim çıkmıştır şimdi işten. Okul şarkıları dinlemiştir bütün bir gün. Yolunu uzatıp kıyıdan yürümüştür gene. Martılar kanat çırpıp havalanırken o durup onları izlemektedir. Derin bir solukla deniz kokusunu içine çekmiştir. İşte hep bu anda sesleri duyulur köpeklerinin. Etrafını sarıp sevdirmeye çalışmışlardır kendilerini ona. Oturup banka beni düşünmüştür bu anda. Kızmış mıdır acaba onu yalnız bıraktığım için.

Pazartesi
Gene sürekli tekrarlayan rüyalarımdan birini gördüm. Karar diyordu bir ses. Ayağa kalkıyordum. Tüm sevdiklerimde ordaydılar. En sevdiğimse köşede gözlerini bana dikmiş duruyordu. 12 yıl diye bağırıyordu biri. Yutkunamıyordum. Ter içinde uyandım.
Bu ülkede yanlış giden bir şey vardı. Herkes gibi susmam gerekti. Biliyordum ama susamadım. Söylemesem ölürdüm. Söyledim ölüyorum.

Salı
Anladım ki burada daha çok uzun zaman kalacağım. Bu işkenceyi hafifletmenin tek yolu ise yazmaktı.
İlk olarak bir mektup yazdım. Beni merak etmesin istiyordum. Onu çok merak ediyordum.

Çarşamba
Kafese kapatılmış bir hayvan gibi evcilleşecek miydim ben de? Ruhuma kaburgalardan örülmüş bu kafes neydi peki?
Yere oturdum. Başımı duvara yasladım. Gözlerimi kapadım. Pencereden dışarı çıktım. Gökyüzüne uçtum. Yemyeşil ormanların üzerinden, yollardan, denizlerden ve evlerin üzerinden geçtim. Evimin balkonundan içeri girdim. Ordaydı. Pencerenin yanında oturmuş gemileri ve balıkçıları izliyordu gene. Dalıp gitmişti o ana. Ben geldim diyemedim ona. Durdum kıpırtısız. Döndüm sonra cehennemime.

Perşembe
Hayal kurmakta gelmiyor artık içimden. Pencere paslandıkça paslanıyorum, duvarlar döküldükçe dökülüyorum…
Tutuyorum sır’larımı ayna gibi ama her gün biraz daha silikleşiyorum.

Cuma
En önemli siyasi gelişmeler, tutuklanmalar, zamlar hep Cuma günü oluyor. Hafta sonunun gelişiyle birlikte gündemden uzaklaşmamızdan faydalanıyorlar. Tatile giderken dikkat kesilmeyeceğimizin farkındalar.

Cumartesi
Gelişimden sonra kaçıncı cumartesi bilmiyorum. Ama günlerden cumartesi…
Diri diri gömdüler beni. Görüş gününde cesedimin başında ağlıyorlar. Bir kere de ölemedim. Her gün yeniden ölüyorum. Birileri yaşayabilsin diye ben cesedimi sıcak tutuyorum.
Yel değirmenleriyle savaşa direniyorum.

27 Şubat 2011 Pazar

TABLODAKİ ADAM

Sokağın köşesini döndüğümde üç gecedir duyduğum ayak sesini gene duydum. Biri beni takip ediyordu bundan eminim. Adımlarımı hızlandırdım. Bir an evvel eve ulaşmak için can atıyordum. Cesaretimi toplayıp gecenin bu saatinde beni takip edenin kim olduğunu görmek istedim. Belki de benim gibi işten geç çıkan biriydi. Onun adımları hızlanmamıştı fakat ardıma bakma cesaretini bir türlü gösteremiyordum. Karşı apartmandaki kapıcının çöpleri attığını görünce koşar adım ona doğru ilerledim. Ardıma bakacak cesareti kendimde toplamıştım. Hızla arkama döndüm. Hiç kimse yoktu. Soluk soluğa kaldığımı gören kapıcı neyim olduğunu sordu. Arkamdan gelen biri olduğunu onu görüp görmediğini sordum. Hiç kimseyi fark etmemişti. En lüzumsuz şeyleri bile takip eden, mahallenin haber ajansı olan bu adam tam da ihtiyacım olduğu anda hiçbir şey görmemişti.
Merdivenleri çıkarken kalbim hâlâ hızla atıyordu. Biri beni takip mi ediyordu? Yoksa çocukça bir korkuya mı kapılmıştım? Ardıma dönüp bakma cesaretini gösterebilseydim bu sorulara cevap bulabilirdim. Hırsız ya da kapkaççı olsaydı şimdiye kadar bir şey yapmış olurdu diye düşündüm.
Bunca hengâme arasında en önemli şeyi unuttuğumu fark ettim. Yarına yetiştirmem gereken bir metin vardı. Bense bunu günlerdir ertelemiş son güne kalmıştım. Yazıyı geciktirmem fırça yememe sebep olabilirdi. Bütün gece süren yazma çabam sabaha karşı son buldu. Hakkında daha önce üç öykü yazmıştım o yalnız adam hakkında. İçindeki hüznü dış dünyaya yansıtmayan, kalabalığın içinde duran bir adam... Kim olduğunu hiç bilemediğim biriydi ama aklımın içinde gezinip duruyordu. İçindeki ses “buraya ait değilsin” dediği halde gidecek başka yeri yoktu. Acı çekmekten, kırılmaktan korktuğu için kaçışı çalışmakta arıyordu. Onunla ilgili sonu sürüncemede bırakıyordum hep. Yazmayı istemediğim için değildi. Ne anlatmam gerektiğini bilmediğim içindi. Yazımı temize çekip işin yolunu tuttum.
Son güne kalmıştım. Umarım beğenilir diye içimden geçirip öyküyü bıraktım. Çok geçmedi ki derginin komik kadını Başak “yazını okudum” diyerek yanıma geldi. Bazen hınzır yorumlarıyla güldürür bazense sivri eleştirilerle kızdırırdı beni.

—Yine o adama dönmüşsün. Ben de merak ediyordum gene onu ne zaman anlatacaksın diye. Âmin Maalouf kitapları sevip, Ömer Hayyam şiirleri okuyan gece Canon dinleyen bu adamın fiziki özellikleri neden bu kadar sınırlı? Geceleri sürekli yürüyen bir şeylerden kaçtığı açık olan bu adam neden kaçıyor? En önemlisi böyle bir adam varsa neden benle tanıştırmıyorsun.
—Hepsi bir sonraki yazımda canım. Oku ve gör. Hadi hadi işe dönme vakti.
Aslında bunların cevabını ben de bilmiyordum. Sorularını geçiştirmek için bir sonraki yazımda demiştim. Oysa ne anlatmam gerektiğiyle ilgili en küçük bir fikrim yoktu. Gün boyunca yazıyla ilgili bir sürü e-posta geldi. Yazımı çok beğenmiş, adamla ilgili bir sürü sorular sormuşlardı. Bu kadar beğenilmesi beni de şaşırtmıştı açıkçası. Günü kurtarma yazım, en beğenilen yazım ilân edilmişti bir anda.
Bunca övgüden sonra iyi bir yemeği hak etmiştim. Kendimi şımartmak istediğim günlerde gittiğim o restorana gittim. Çok sık gitmesem de orda çalışan herkes beni tanırdı. Hepsine teker teker selam verip her zaman oturduğum yere geçtim. Herkes cam kenarında bir yere oturmak istediği için benim sevdiğim köşe hep boş olurdu. Faruk Cimok'un Taksim tablosunun karşındaki masada oturdum. Bir an acaba uzun zamandır anlattığım adam bu tablodaki adam mı diye düşündüm. Gecenin içinde yürüyen, yüzü seçilemeyen o adam...
Gece takip edilme riskini göze almak istemediğim için eve taksiyle döndüm. Koltuğa uzanıp nasıl bir adam diye düşünürken bir gece öncesinin yorgunluğunun etkisiyle de uyuyakalmışım. Alarm sesiyle yataktan fırladım. İşe gittiğimde Başak'ın imâlı bakışıyla karşılaştım. Ne oldu diye sorduğumda masamdaki papatyaları işaret etti.
Notun üzerinde;

Gecenin koynunda bir adam
Adamın koynunda bir kadın
Bir öpüş gibi fısıldamaktalar aşkı
Bırakırken gece kendini gündüze
Bırakırken kadın kendini adama
İki paralel bedendir
Geceyi orta yerinden bölen
Geceyi orta yerinden birleştiren

Notu okuduğumda sinirlendim. Ne demek istiyordu bunu yazan kişi. Bir yanıyla da romantik biri olduğu açıktı. İş yerindekilerin tuhaf bakışları altında bütün gün çalışmaya çabaladım. Bana çiçek gelmesi durumu onlara da garip gelmişti. Farkındaydım. Böyle şeylere vakit ayırmayı düşünemeyecek kadar yoğundum. Öyle düşünüyordum. Aslında bahanem buydu demek daha doğru olur.
Başak notu yüksek sesle okuyup “ne kadar romantik” diyip duruyordu. İş ve ev arasında mekik dokurken aşk kelimesini cümle içinde bile kullanmazken bu not çok tuhaf geliyordu kulağıma.
Akşam işten erken çıktım. Mimoza kokusu yayılmıştı sokağa. Ellerimde papatyalarla gecenin içinde parmak ucumda yürüyormuşum gibi hissediyordum. Bir anda ardımdan gelen ayak sesini işittim. Dehşetle irkildim. Biri beni takip ediyordu. Bu sefer emindim. Adımlarımı hızlandırdım. O da hızlanmıştı. Bir anda olduğum yerde durdum. O da durdu. Derin bir soluk alıp arkama döndüm. Kaşlarımı çatıp “beni takip mi ediyorsun” diye bağırdım. Karşımdaki adam ürkmüştü bu tepkimden. Sevimli ve çocuksu bir tavırla yüzüme korkmuş gözlerle bakıyordu. Orta boylu kumral bir adamdı. Saçları hafif uzundu. Rüzgârla hafifçe savruluyordu. Kocaman ve aydınlık bakan gözleri vardı. Dudakları ince ve küçüktü. Şık ve bakımlıydı. Gülmemek için kendimi zor tutum. “Günlerdir beni takip eden sen miydin?” diye sordum. Evet der gibi mahcup bir tavırla suratıma baktı. Cevap vermesini beklemeden konuştum;
- Beni ne kadar korkuttuğunun farkında mısın? Deli misin neden bunu yaptın?
- Öncelikle sizi korkuttuysam çok özür dilerim. Günlerdir sizinle tanışmaya çalışıyorum. Ama ne demem gerektiğini bilemedim. O tablonun önünde yemek yerken, öğle yemeği için kız arkadaşınızla çıkarken, akşam eve dönerken… Gelmek istedim. Çok yaklaştım. Hatta beni duyabileceğiniz kadar yakınına geldim. Fakat konuşacak cesareti kendimde bulamadım. Saçma bulmanızdan korktum en çok da.
Çok düzgün konuşuyordu. Ne demeye çalıştığını anlamıyordum. Konuştukça her şey daha da karışıyordu.
—Papatyalar ulaşmış.
—Siz mi yolladınız? Neden?
—Beni kimse bu kadar güzel anlatmamıştı.
—Ne demek istediğinizi anlamıyorum.
—Yazınızda o kadar güzel anlatmışsınız ki beni teşekkür etmek istedim size. Doğruyu söylemek gerekirse yazılarınızı takip eden biri değildim. Asistanım bir gün yanıma gelip bu yazıdaki adam size ne çok benziyor diyince okumaya başladım sizi. Yazılar çoğaldıkça ve içleştikçe sizinle tanışma isteğim daha da arttı. Ama bunu saçma bulmanızdan ya da gereksiz bulmanızdan korktuğum için yeterli cesareti kendimde bulamadım. Uzun zaman önce hissetmekten vazgeçtim. Hayatın rutinine kendimi bırakmıştım. Tik tak uyan. Tik tak işe git. Tik tak eve dön.
—Kafam çok karıştı ne söylemem gerektiğini bilemedim beyefendi.
—Affedersiniz sizi rahatsız ettim.
—Yok, hayır! Söylemeye çalıştığım şey çok şaşırdığım. Hikâyede anlattığım adam şimdi karşımda olduğunu söylüyor. Tam da sizi anlattım belki ama gerçek olabileceğini düşünmemiştim hiç.
—Ben de yazılarınızı okudukça en az sizin kadar şaşırdım. Biri uzaktan uzağa kalbime dokundu. Yaralarımı gördü beni görmeden. Bu şehrin içinde kaybolmuşken beni buldu. Bütün gün en karlı satıştan, dövizden ve borsadan başka bir şeyden bahsetmeyen bir adamın içinde tertemiz bir soluk oldunuz. Güzel sözlerinizle içimde bir bülbül gibi şakıdınız. Şimdi ben gidiyorum. O tabloyu çok sevdiğinizi biliyorum. Onun karşısında oturmaya gidiyorum. Orda bir tablo, tabloda bir adam sizi bekliyor olacak. Yüzündeki karanlığı ışığınızla aydınlatasınız diye...


Özlem ÖZBEK

BİR KADIN

Karanlık bir gecenin bağrına atılmış,
Sarhoş biri,
Merdiven basamaklarında sızıp kalmış,
Çaresiz, bilinçsiz, kimsesiz…
Terk edilmeye müsait hallerin
En beterinde tıkanıp kalmış,
Sahip olunması en kolay halin içinde
En çığırtkan haliyle duran bir kadın…
Kuliste makyajını silen,
Sonra tekrar boyalara sarılan,
Sahnesi geçmiş bir kadın.
Rolü hep yarım,
Cümleleri hep unutulmuş,
Ölü doğmuş bir bebeğe benzeyen,
Odanın ortasında bir cenin gibi yatan,
Nefes alışı gittikçe yavaşlayan,
Bir kadın…
Koynunda yırtılmış bir resim
Gittikçe daha çok içine alan,
İçinde kaybeden yeşil gözleri…
Diğer parçalarını nerde bıraktığını
Bir türlü toparlayamayan,
Ağlamaklı bir kadın…
Zavallı, karamsar, âşık bir kadın…


Özlem ÖZBEK

BİR DİYALOGUN KARŞILIKSIZ AŞKI

—Aptal olma dünya dönüyor işte. Sen dursan da olduğun yerde, ölsen de yatağında…

—Bir gece bulsan cesedimi beraber uyuduğumuz o yatakta, bir daha uyuyabilir miydin orda?

—Saçma sapan sorularına başladın gene.

—Sadece bir soruydu bu cevapla hadi.

—Sen ölürsen yeniler için yer açılacak o yatakta.

—Tanrım bu kadar korkunç bir cevap beklemiyordum.

—Tanrı mı? Tanrıyı ağzına almayı kes.

—Sadece bir an için ağzıma öyle geldi. Tanrım dedim diye neden öfkendin anlamıyorum.

—Tanrıyı sevmediğimi bilmiyorsun. Bu hırkayı neden giydiğini de anlamadım. Sana yakışmadığını söylemiştim.

—Nesi var ben beğeniyorum.

—Sana yakışan bir şey giydiğinde söylüyorum. Bu yakışmamış. Tenine hiç uymuyor, giyme bir daha bunu.

—Ben ölürsem yeniler için yer mi açılacak o yatakta?

—Evet evet.

—Neden bu kadar acımasız olduğunu anlayamıyorum.

—Soruna cevap verdim. Her şeyi abartmandan nefret ediyorum. İşim var, yazı yazacağım, yalnız bırak beni.

—Ama ben kötü bir şey söylemek istemedim ki. Seni üzdüm mü? Özür dilerim.

—Özür dileme benden.

—Özür dilerim. Seni seviyorum.

—Ne kadar iğrençsin. Ne kadar bayağı bir davranış bu... Kavganın ortasındayken nasıl böyle bir şey söyleyebilirsin.

—"Seni seviyorum" demenin neresi iğrenç? En baştan beri bunu söylemek istiyordum.

—O zaman en başta söyleseydin.

—Öfkeliydin ve ben vakit bulamadım bunu söylemek için.

—Bir şey söyleyeceğim deyip söyleyebilirdin.

—Bir şey söyleyebilir miyim?

—Kes artık. İşim var yazı yazacağım. Git başımdan.

—Neden diye sormak manasız anlıyorum. Eskiden beni şımartırken, bir bebek gibi severken bir anda yerden yere vurmanın açıklaması ne olabilir ki? Başka bir kadın... Özgürsün tamamen. Sevgili olmadık ki zaten biz hiç. Askıda duran yelekler gibiyiz. Güvelendik anlaşılan. Öfkene nedenler bulmaktan sıkıldım. Öfkene karşılık susmaktan bıktım. Acımasız sözlerin keserken etimi hiç canım acımamış gibi davranmaktan bıktım.
Yanından gittikten sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaktan bıktım. Güçlü değilim ben. Sana göre değilim belki de. Ama yanında durmayı seviyorum. Hiç konuşmadan öylece... Sen bir şeyler yazarken, çalışırken aynı karede senle olmayı seviyordum. Artık bunu sevmiyorum.
İçimden geçecek ve o eski haline kavuşacak diyorum. Sonra seni haklı çıkaracak bahaneler buluyorum. Söylediğin güzel şeyleri düşünüp kendimi avutuyorum.
Olmayacak anladım. Hoşça kal. Bu sana son hoş çakalımdı sevgilim.

—Anlasana kadın korkuyorum. Yalnızlığımı, karasızlığımı ve hayatımın hareketliliğini bozmandan korkuyorum. Bu benim evet gelip giden bir ruh halim var. Seviştiğim kadınların adını hatırlamıyorum çoğu kez. Yanımda durdukça sen ne kadar günahkâr olduğumu hatırlıyorum ben. Öfkemi hırçınlığımı ve bu kaosu terk edemem. İkimiz için bir iyilik yap ve git.

Özlem ÖZBEK

LUNGO LA STRADA

Gözlerini kapatıp derin bir soluk aldı. Soluğunun havaya nüfusunu kestim usulca. Kekremsi bir tat idi dudaklarımda kalan. Huzuru bulduğunu söylerken; gözlerim odanın içinde bir boşluğa kitlenmiş, cümlelerinin bir an evvel bitmesini bekliyordu.

Tutamayacağı sözler vermez umarım diye geçirdim içimden. Konuşmak ne kadar da yersiz geliyordu. Sadece susmak ve bu an bitene kadar öylece kalmak istiyordum. Hayatında hep eksik kalmış bir annenin şefkatiyle saçlarına dokundum.

Yağmur açık pencereden halıya yağıyordu. Kasvetli havanın bize yansıması dinginlik olmuştu. Aşkın karmaşasına karşı savaşacak gücü olmayan iki kişiydik.

Hepimiz kendimize ait bir yolda ilerliyoruz. Kimileri o yol boyunca sık sık dinlenirken kimileri çok nadir yorulabiliyor. Birbirimize paralel yalnızlıklar kuruyoruz. Durup dinlendiğimiz bu zamanlarda, bizle aynı zamanda dinlenen başka biriyle karşılaşırız kimi zaman. Teneffüse çıktığımız bu süre, elinde sonunda biter ve biz gene bize ait o yalnızlıktan ilerlemeye devam ederiz.

İkimiz içinde geçerli olan şey buydu. O yüzden o konuşurken kelimelerini duymuyordum. Beni kandırmaya çalıştığını düşünmüyordum. Benim bunları duymak isteyeceğimi düşünüyordu kendince.


Yüzüme bakıp beklemediğim bir soru sordu.

- Bu ilişkiden beklentin ne?
- Nasıl yani?
- Kısa zamandır birbirimizi tanıyoruz. Bundan sonrası için ne istiyorsun. Eğer uzun bir ilişki ya da bir ad istiyorsan söyle?

Ne saçma bir soruydu bu. İlişki üzerine konuşmak çok saçma geliyordu. Ne yani oturup ilişkimizin zamana göre isimlendirmesini yıllara göre şekillendirmesini mi yapacaktık. İlk altı ay sevgili olacağız. Sonraki bir sene nişanlı ve sonra da bitmezse beraberliğimiz evleniriz.

Doğal bir süreç içinde gelişmeliydi her şey. Zamanla şekillenmeliydi. Sorusunun bunlardan bağımsız olduğunu biliyordum aslında. Bu ilişkiyi yürütemeyeceğinin, korktuğunun farkındaydım. Bir sürü engel içinde en çok da kendisiyle savaş içindeyken… Hem hiç yanımdan gitmek istemediğini hem de hemen kaçmak istediğini biliyordum.

Onunla iyi arkadaş olabileceğimizi düşünüyordum. Yavaş yavaş büyüyecek bir aşkın tohumlarını atmıştık. En azından ben öyle sanıyordum. Yanında olmak beni mutlu ediyordu. Neden uzun uzadıya düşünmem gerekliydi ki bunu. Açıklama yapmam ve duymak istediklerini söylemem gerektiğini fark ettim.

— Seninle sevgili olmak ya da uzun süreli bir ilişki yaşamak gibi düşüncem yok. Yakında bu şehirden gideceğim. Uzaktan uzağa bu ilişkiyi yürütmememiz güç. Şu an mutluyum, bunun tadını çıkaralım sadece. Bu anı düşünelim.
— Evet haklısın. Ben de öyle düşünüyordum.

Gülümsemeye çalıştım ona. Sırtımı duvara yaslayıp tekrar tekrar başa aldığı “kadınım” şarkısına ritim tuttum başımla. Benim bu şarkıyı çok sevdiğimi bildiğinden ötürü, jest yapıyordu sanırım kendince. İşte duymak istediği sözleri bir çırpıda söylemiştim. Artık daha mı huzurluydu acaba?

Sözlerimin hepsi yalan. Aslında ben hep senle kalmak istiyorum. Uzaktayken bile benle kal istiyorum. Elimi yüzüme götürdüm. Bu düşüncelerden kurtulmaya çalıştım.Elimi yüzümden alıp kitaplarının yanına götürdü. Kitaplığında özenli dizilmiş kitapların büyük çoğunluğu siyasi kitaplardı. Şiir kitaplarından birini aldım elime. Bir köşeye ilişir gibi oturdum. Ayakta durmuş bana bakıyordu. Rasgele bir sayfa açıp ona şiir okumaya başladım. Gülümseyerek bana baktı.

O gülümseyişi son kez gördüğümden habersizdim. Beraber evden çıktık. Beni yolcu etti. O yoldan tek başıma yürümeye devam ettim.

KUTSAL GÜN

Ellerimi tut sevgilim ve beni gizli bahçene götür
Vahşetin insan suretine gizlenmiş çizgilerinden bir bıçak gibi çek al beni
İndir istersen gene acımasız darbelerini kalbime bir bir
Bu gördüklerinin hepsi benim suçum
Sen de bil gerçeği onlar gibi

O gülüşmelerde gizli kalan mana düşündüğün gibi değil
Yeminler edebilirim kapında gecelerce bekleyenin ben olmadığıma
Kendini yanımda günahkâr hissetme
Kirlettim bu dünyayı en az sen ve onlar kadar

Şimdi karşında başımda bir hare ile durduğum yalan
Bu kadar düşmüş birini kollarına sarıp
Tatlı öpücüklerinle unuttururken ve unuturken her şeyi
Duyacakların bir ok gibi saplanacak belki de zihnine
Anlasana zehrimi akıtmaktayım ruhuna yavaş yavaş

Al beni kollarına sor bir bir tüm günahlarımı
Ne bir teşekkür et ne bir teşekkür bekle
Kim olduğunu söyleme kim olduğumu hiç bilemezsin
Bir tek fikirle zikret aşkını ki dünya iki kişilik olsun
Elimde yaşamaya değecek son bir şey olsun

Ölülerimize ağlamaya bir son verelim artık seninle
Vahşi bir hayvan gibi büyütürken korkularımızı
Hayatta kalan tek dost içimizdeki çocuk mu olsun
Kutsal bir süstür gözlerimizdeki fer
Onu da karanlık gecenin koynuna bırakmayalım bu kez

Özlem ÖZBEK

OZOLİN

Biraz gitmek, biraz kalmak bulaşmış ellerine
Hangisi hangi elinde kestiremiyorsun
Ellerimi tutmanın korkaklığı bundan bilmiyorsun
Yüreğini köreltmeye çalıştıkça sen
Elerine yapışıyorum, öpüyorum
Durduramıyorum

Giysilerini çıkartıp dolaptan odaya saçıyorum
Kaldığın her gün için bileğime bir jilet izi atıyorum
Bir cenin gibi yatıp odanın ortasında
Kafamdaki senin dışına çıkmak için çırpınıyorum

Gece saat 3’e vururken
Karanlıktan korkum zerre aklıma gelmiyor
Merdivenlere koşup deli gibi bakınıyorum
“ozolin” adını verdiğin kedi oluyor hep gelen
Gece nöbetim devam ediyor

Aralık perdeden gün ışığı içeri giriyor
Devrimci olmanın alt başlığı altında
Aşık olmanın sakıncalarını düşünüyorum
Kördüğüm olmuş fikirlerinden kendini kesiyorum

“Sesinde ne var biliyor musun” diye yineleyip dururken
Sigaranı yakarken yüzüne vuran ışığı düşünüyorum
Olmak zorunda olanı kabullenip
Bir duman içinde yüzünü kaybediyorum



Özlem Özbek

BİR İT GİBİ

Bir it gibi
Bariyerlerin yanına atarlar artık cesedimi

Hayatında hep eksik kalmış bir annenin şefkatiyle
Dokunurken saçlarına
Bir öpüş gibi fısıldayacaktım adını kulağına
Gitme diye yalvaracaktım son gidişinde
Vazgeçtim aşağılanacakken tam da
Hadi terk et beni
Ya da bırak uyandırayım seni
Tabutundan içeri bir ışık gibi girip

Şarap kadehlerinde kalmış artık dudak izleri
İzlerini silen tabuttaki adamın kendisi
Bilmez mi ki günler aylar ve bir yılgınlıktır
Onu yeniden doğuran bir aşk için

Hunharca öldür beni
İtiraf edemem asla seni neden sevdiğimi
Gitmem gerek hemen şimdi

Bir it gibi
Bariyerlerin yanına atarlar artık cesedimi

Daha önce söylemedim biliyorum
Ama ben karanlıktan korkuyorum
Işıkları açık bırak yolumu kaybediyorum

Savaşacak halde değilim
Küçümsesinler beni umurumda değil
Düşünürsem bunu, işkenceleri ikiye katlanır
Bak bana ölüyorum

Özlem ÖZBEK

alt geçit

Berelenmiş dudak, kızarmış bir göz
Ve söylenmemiş sözler
Siyah kazağının içinde üşür durur
Gömleğinin yakası, yakasında düğmesi takılır gözüme
Bir şimşeğin toprağa düşmesi gibi
İnce bir çığlıkla düşer üzerime gözleri

Gökyüzünde şimşek, yeryüzünde gözyaşı...
Pamuk tarlaları ırmak sularıyla örtülüyor
Pencere camından dokunuyorum durmaksızın yağan yağmura
Ağaçlar suyun yüzeyinde kayıktır
Üstünden geçen onca sulara rağmen
Hep aynı acıya bulandırılmış gözler

Hangi nedenden sevmekten caymıştır
Hangi nedenden sevilmekten vazgeçilmiştir
Dudaklarından dökülen kelimeler
Kim için serenat yapmıştır
Kime ‘en sevdiği şarkıyı’ çalmıştır
Şafağa doğru uzandığı yatağından kime küfürler savurmuştur

Durduğu karanlık aydınlıktı, gördüm
Elleri yüzer aniden bir karanlığın ve dumanın içinden
Dokunur usulca saçlarıma, göğsüne bastırır
Masum, çocuksu, mahcup
Gereksiz iç çekişlerden uzak bir susuş başlar aramızda

Sıkıca kapanmış dudakları konuşmamaya yeminli
Durduran, konuşturan, arındıran
Bir dehlizin içinden bir denize açılan
Çarptığı yerde dağılan birden
Bir adam

Alt geçitten geçerken
Radyo frekansına karışan onun sesiydi
Küçük bir itiraf
Sıradaki anons bana geliyor
Bir sızıda sızıp kalmışken
Daha henüz kabullenmemişken
Sevdiğim melodiyi çalan oydu

Gittikçe çekiliyordu kanım
Soluklaşan yüzüm, un ufak unlaşan ellerim
Doğrularak ayakları üzerinde
Bir kez de ahşap bir boy aynasında bakarak yüzüme
Serpiştiriyordu külleri bir törenin içinden tenime doğru

Elmacık kemiklerine düşen gölge
Ellerimin, kollarımın düğümüydü
Bir kibritle tutuşan alkoldü kanımda gittikçe yanan
Bakma bana öyle, ne olur
Hafızamızı kaybedeceğiz belki de çok geçmeden

Bir titreme gelir ya yerleşir insanın içine
Kaçmışsındır oradan, beklediğin kimse gelmez ardından
Durakta saatlerce beklersin
Çorapların ıslanmıştır yağmurdan
Şiddetle hissettiğin şey soğuk değil öfkendir.

“oraya yıllardır kimse gitmedi”
Repliğine inat
Karanlığın Prensini takip edersin
Gece saat üçü vururken
Ne kadar benimsemiş olsan da
Korkularını kana kana bulamamışsındır

Hiç olmayacak zamanda sessizliği bozan
Şu derbeder şarkılarda neden çıktı
Elimizde kalmıştır bir el, bir tutam saç
Hala ne zaman kaybedildiği bilinmeyen gümüş bir yüzük
Geçmişin izini sürmekten vazgeçtiğimiz gün
Günler, aylar ve ekleriz bir yılgınlık

Şimdi senle şarap içelim desek
Eski kırılmış kadehlerden kanar ellerimiz
Kanar içimdeki beyaz kadın
Yalnızlığımızı değiş tokuş etsek
Saçlarına düğümlerim kendimi kördüğümle

Özlem ÖZBEK

GÖLGEYLE KONUŞMA

Ağır çekim gözyaşlarından kahkahalara.
Gürültülü kalabalıklardan yalnızlığa…
Derin bir soluk bir soluk daha…
Koşar adım, geri dönüş isteği içine balıklama atlayıp, bataklıkmış burası diyen hayal kırıklığı.
Ters olan ve tek olan tek kitap benim yazdığım olmalı dedim dün bir arkadaşıma.
Hata veriyor aradığım herkes. Adreslere bakıyorum doğru, insanlarsa çoktan ölmüş.
Bir, iki, üç sabır…
Günün en güzel saatleri oysa…
Papatyalarda yol boyu sırıtmalarda.
Saate bakıyorum bana ayrılan vakit dolmuş.
Gün ışığı gözlerimi kamaştırıyor. Aya bakmak gelmiyor artık içimden. Bahsi bile geçmiyor ki.
Aylaklık yapan bir ben miyim diye soruyorum kendime. Seyyah olsa soyadım ya da berduş, durur muydum bu şehirde bu kadar?
Saate bakıyorum bana ayrılan vakit dolmuş.
Bir aynadaki kadına bakıyorum bir kendime en güzeli gölgemmiş anlıyorum.
Kördüğümü çözmenin yolunu buldum diye bağırıyorum. Nasıl diye soranlara kesip atılmış parçalarımı gösteriyorum.
Odanın içine, sokaklara, kaldırımlara saçılmış tüm izlerimi öylece bırakıp ilerliyorum.
Fado çalsın fonda. Demli bir çayla başlasın gün. Gözlerimdeki halkaları görüp ağladın mı sen diye soran olursa uykusuzluk deyip geçeyim oradan.
Kendi sesimi bile duymak istemiyorum. En az cümleyle bitireyim günü.
Avuçlarımda sabun kokusu bir türlü çıkmayan hissizlik duygusu…
Bir, iki, üç sabır…
Saçlarım saçılıyor her bir yana. Köşeye itiyorum koltukla beraber yazdığım her şeyi.
Kitaplar saçılıyor her bir yana. Köşeye itiyorum notlarla beraber sana söylemek istediğim her şeyi.
Şarapla tatlı dudaklarınla kekremsi,
Hayır hayır,
 Dudaklarınla tatlı şarapla kekremsi
Öpüyorum ki ayılmak için çok geç.

ÖZLEM ÖZBEK