28 Şubat 2011 Pazartesi

Memleketimden Kâbuslar

Kızıl bir yük taşımakta gecenin kervanları
Yol bilmez, dil bilmez bir çocuktum sılada
Karşı ormanda ölenler var
Kapılar kilitli
Kapılar zincirli
Bu gece gelen kim diye korkmakta
Çocuk da ihtiyar da
Asi bir kısrak gibi solumakta geçmiş
Tut iplerini artık dizginle
Taşınmasın kervanlar kızıl yükler
Bağışla uzağına düştük
Unuttuk sılayı
Çayırlarından bırakırdık kendimizi
Kar sularını taşırdık eve
Korktuk ve kaçtık
Ölüm kapılarda nöbet tutuyor diye
Kızıl bir yük taşımakta gecenin kervanları
Yol bilmez, dil bilmez bir çocuktum sılada
Korkuyorum doğduğum yerden
Korkuyorum

    Aklımın içinde ayak sesleri… Saat beş buçuk… Güneşe dair hiçbir iz yok. Hırıltılı nefes alışım, hızla kalkıp inen göğüs kafesim, gördüğümün kâbus olduğunu kanıtlıyor. Tekrarlayan rüyalarımdan birini gördüm yine. Yatağımın içinde doğrularak oturdum. Yastığımı sırtımın arkasına koydum. Geçti Ozolin dedim, geçti.
Freud’un dediği gibi bilinçaltıma giden kral yolunun başında mı durmuştum acaba. Toplumsal baskıyla bilinçaltına ittiğim duygu ve düşünceler miydi tüm bunlar. Gustav Yung’ın dediği gibi bilinçaltımın sonucudur belki de. Yüksekten düşme rüyasının temeli, aslında yüzyıllar evvel vahşi hayvanlardan kaçarken uçurumdan düşme endişesi duyan atalarımızın yaşadığı korkudur.
Uçtuğumu görürüm ben de birçokları gibi… Kulaç atarım ya da denizin ortasında. Tüm düşüncelerden uzaklaşmak isterken tik taklayan saatin sinir bozucu ritmine takıldı aklım. Yerimden kalkıp saatin pilini çıkartacak gücü kendimde bulamaya çalıştım.
Gene aklımın içinde ayak sesleri… Memlekete gittiğim son yazdı. Ben dokuz yaşına basmıştım. O günden sonra hiç bir ısrar ve baskı beni oraya götürmek için yeterli olmadı. Oysa çoğu gece rüyama girer doğduğum ev. Kendime bile söylemem orayı özlediğimi.
Dedemlerin evi her yeri yukardan gören bir dağın yamacında… Köyden epey uzakta ve yalnız… Genç denebilecek kimse kalmamıştır köyde. İşsizlik yüzünden hepsi farklı şehirlere dağılmıştır. Bunca yolu göze alıp gelen genelde köyün ihtiyarlarıdır.  Bu yüzden bu kıymetli misafirleri görür görmez çayırdan aşağı hızla bırakırdım kendimi. Hemen ellerine yapışır öperdim. Sanki geri dönmelerinden korkar gibi sıkıca tutup elerini yokuşu çıkmalarına yardım ederdim. Ceplerinden leblebi ve şeker çıkarırlardı. Bu kısmını itiraf etmekten şimdi utansam da söylemeyim. Şekerleri ben yerdim leblebileri dayımın çocuklarına verirdim.
Kalın yün yorganlarımız vardı bizim. Onların ne kadar kıymetli olduğunu ninemin paraları dâhil tüm değerli eşyalarını aralarına sakladığını görünce anlamıştım. Yakında kemoterapi görmeye başlayacak. Keşke o yorganlara saklasam da kimse bulup alamasa onu.
Süt sağmaya giderdi ninem, eteklerinde ben dolaşırdım. Küçük bir kovam vardı yarım yamalak sağmaya çalışırdım koyunları. Keçilerin boynuzlarından tutup ninemin yanına götürmek ne kadar zordu bir bilseniz.
O yaz köye gitmek çok zor olmuştu bizim için. Birçok yerde otobüs durduruldu. Jandarma kimlik kontrolü yaptı. Bavullarımızın içlerine baktılar. Babamın arkasına saklanmış, ilk kez karşılaştığım bu sahnenin ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyordum.
Köye vardığımızda tüm köy halkının bir yerde toplandığını, dedemlerin evlerini bir süre terk etmek zorunda kalmış olduğunu öğrendik. Yazın gelmesiyle evlerine deri dönmelerine izin vermişler.
Dedemlerin evlerinin orda kurbağalı bir göl vardı. İçinde canavar yaşadığını söylüyordu dayımın çocukları. O yüzden oraya hiç yalnız gitmiyordum. Bazı geceler annemle el ele orda gezindiğimizi görüyorum rüyalarımda.
Köyde olanlara dair bir sürü şey anlattı o akşam amcam. Ama ben pek dinlemedim. Babam şaşkınlık ve üzüntüyle bakıyordu amcama. Sabah olduğunda annemle ninem ekmek yaptılar. Dayımın kızları bizi almaya gelmişlerdi. Epey yol yürümüştük. Artık mızmızlanmaya başlamıştım. Çok yolumuz var mı diye sorup duruyordum anneme. Bomboş arazide yol alıyorduk. Tek tük ağaç vardır bizim oralarda. Selviler vardır gökyüzüne uzanmaya çalışan. Aşısız armutlar vardır bir de. Dedemlerinde bahçesinde bir elma ağacı var onu pek kimseye söylemiyorum. Çünkü herkes elmalarını çalıyor.
Dayımın kızı yakın zamanda askerlerin bir köylüyü ekmek ve kete ile yakaladığını, kesin bunları ‘terör örgütüne’ götürüyorsundur diyip adamı çok dövdüklerini anlattı. Bu esnada başımızın üzerinden helikopterler geçiyordu. İçimde birden korku oluştu. Aynı endişenin annemin yüzünde de oluştuğunu görüyordum. Elimizde ekmeklerle bizi gördüklerinde bizi de döverler mi acaba diye sordum anneme. Olmaz öyle şey hadi yürü dedi.
Helikopterler artmıştı. Bomba sesleri geliyordu. Savaş filmi başlamıştı sanki. Tam karşıda küçük bir ormanlık alan vardı. Helikopterler oraya bomba yağdırıyordu. Orman yanmaya başlamıştı. Bizi görüp üzerimize bomba atarlarsa diye ödüm kopuyordu. Hızla iniyorduk tepeden. Orman hızla yanıyordu. Dayımların evi ormanın tam karşısındaydı. Eve varınca hemen içeri girdik. Kapıları kapadılar. Günün sonunda nerdeyse tüm orman yanmıştı. Bir atın sırtında ekmek ve yiyecek bulunmuş. Ormana kaçtıklarını düşündükleri için tüm ormanı yakmışlar. Ekmeğin kime ait olduğunu anlamak için tüm köyden ekmek istendi. Ninemin yaptığı ekmekten de verdik. Sabaha kadar kesilmedi sesler. Evet, her şey tam da böyle oldu. Dokuz yaşındaydım. Bir daha doğduğum yere gitmedim. Ama dedim ya çoğu kez rüyamda annemin elinden tutuyorum geziniyoruz doğduğum yerlerde.
Aklımın içinde ayak sesleri… Saat beş buçuk… Güneşe dair hiçbir iz yok. Hırıltılı nefes alışım, hızla kalkıp inen göğüs kafesim, gördüğümün kâbus olduğunu kanıtlıyor. Tekrarlayan rüyalarımdan birini gördüm yine. Yatağımın içinde doğrularak oturdum. Yastığımı sırtımın arkasına koydum. Geçti Ozolin, geçti.

ÖZLEM ÖZBEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder